Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken cıvıl cıvıl ormanın tam ortasında bir köy varmış. Az nüfuslu olmasından mıdır ya da havası, suyundan mıdır bilinmez ama bu köyde kavga gürültü olmaz, insanlar hep iyi geçinirmiş. Tıpkı diğer herkes gibi üzerine düşen görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getiren fırıncının toy oğlu, pek iş bilmezmiş. Babası fırındaki işlerin nasıl yürüdüğünü öğretmek için çabalar dururmuş. Hâl böyle olunca da bizim oğlanın hatalarının cezası hep odun parçalamak olurmuş tabi. Günlerden birgün, bizim genç Albert, parçaladığı kütükleri fırına taşımadan önce oturmuş büyükçe bir kayanın üstüne soluklanırken bir parıltı ilişmiş gözüne. Birkaç saniye öylece bakakalmış. Gördüğü bu şey bir ışık topuymuş ve birdenbire ormanın derinliklerine doğru yol almış. Bizim oğlan da yerinden fırlayıp takılmış peşine. Yol boyunca takip etmiş bu ışığı genç adam fakat ormanın derinlerine indikçe kafayı yiyecek duruma gelmiş. O gördüğü ışık topu, sürekli olarak bir görünüp bir kayboluyormuş. Albert, neye uğradığına, daha doğrusu neyin içine sürüklendiğine anlam verememiş bir türlü. Vazgeçmeyi düşünse de yapamıyor, merakına yenik düşerek takibe devam ediyormuş. Tam ulaştım dediği, yaklaştığı anda birdenbire ağaçların arasından kapkara elbisesi ve beyaz, gür sakalıyla yaşlı bir adam belirmiş. Tekrar neye uğradığını şaşırmış, içini kaplayan büyük korkuyu dizginlemeye çalışır halde soluklanırken, yaşlı adam yüksek bir sesle çıkışmış:
-Sen burada ne arıyorsun!
Delikanlı titrek bir sesle yutkunarak cevap vermiş:
-Bir ışık var, ışık topu. Onu takip ediyorum.
Yaşlı adam, ışık topuna erişimin kişiye getireceği bir ömür refahtan, topraklarına kazandıracağı olağanın üç misli bereketten, şanstan bahsederken durmuş. Kafasını eğmiş ve birkaç saniye sessizce bekledikten sonra sert bir yüz ifadesiyle kafasını kaldırıp "Kesin görünene karşın iyilikler de tek başına, saf olarak gelmez. Ne olursa olsun sonunu net olarak kestiremezsin evlat." demiş ve ortadan kaybolmuş. Bizim delikanlı, yaşlı adamın bu son, kendince gereksiz tavrına bir anlam verememiş. Adamın akli dengesinden şüphe ederek yoluna devam etmiş. Bir süre sonra ışık topunu tekrar görmüş ve birkaç adım daha takip ettikten sonra o ışık topunun diğer yüzlercesinin arasına katıldığı ufak bir düzlükte bulmuş kendini. Büyülenmiş adeta. Hayrete düşmüş. Gözlerini alamamış o muazzam görüntüden. Atlamış aralarına büyük bir heyecanla ve parmağını bu ışık toplarından birtanesine doğru yavaşça yaklaştırıp onu hissetme, inceleme arzusuyla dokunuvermiş. Aniden delikanlının etrafında çember şeklinde ve büyük bir hızla birikip dönerek yükselmeye başlamış yüzlercesi. En tepede birleşip, kocaman bir top haline bürünüp gürültülü bir şekilde patlamış. Saatin de etkisiyle hava birdenbire zifiri karanlığa bürünmüş. Albert ise dımdızlak kalmış büyük bir korku ve göğsünü delip geçecekmişçesine atan kalp ritimleriyleriyle. Hayal kırıklıkları, kafasındaki soru işaretleri ve gecenin onda uyandırdığı tedirginlikle köye dönüş yoluna koyulmadan önce bir süre beklemiş kendine gelmek için. Eve varır varmaz kendini yatağa atıp gözlerini tavana dikmiş. Saatler süren düşsel çatışmalarından, olanlara anlam yükleme çabalarından yorgun düşüp uyuyakalmış. Sabah olup uyandığı değişen hiçbir şey yokmuş. Eski hayatına o gece yaşanmamışçasına devam etmiş. Günler günleri kovalamış, haftalar haftaları. Ektikleri ürünler çürümeye, hastalıklar üremeye, kıtlık ve kuraklık baş göstermeye başlamış. Zor şartlar insanları öylesine etkilemiş ki, köyde kavga gürültü hiç eksik olmaz olmuş.
Köy nüfusu iyice azalıp yok olmaya yüz tutunca aynı yaşlı amca köy meydanında isyan edip bağrınan Albert'ın karşısında belirivermiş. "Anladın mı evlat?!" demiş. Albert "anladım" demiş. "Anladım!" Yaşlı adam şöyle bir tebessüm etmiş, yine parmağını şıklatarak kaybolmuş. Ama bu sefer, tüm o kötülükleri, kendi yarattığı ışık topuna dair herşey de beraberinde yok olmuş ve köy eski haline tek saniyede geri dönmüş.
posted from Bloggeroid